Aşağıdaki bölüm, "Mustafa Altun (2003), İbrahim ibn-i
Bali’nin Hikmet-nâme’si (1b-149a), (Danışman:
Prof.Dr.Mustafa Özkan, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, " adlı çalışmamızın
"İnceleme" kısmından aktarılmıştır. (bkz.)
1.
Anlamın Tanımı
Anlam,
dilbilim bağlamında söylemlerin ve yazılı metinlerin
zihindeki çağrışımları olarak tanımlanabilir. Ancak bu tanım
çoğunlukla eksiktir. Çünkü birçok kaynakta değişik
tanımlamalar mevcuttur. Anlam bir bakıma niyet, değer, bilgi
vb. pekçok kavramı karşılayan bir terim olarak karşımıza
çıkmaktadır. Aşağıdaki cümle örnekleri bu durumu
açıklamaktadır:
a)
Bu kelimenin anlamı nedir?
b)
Bu davranışının anlamı nedir?
c)
Hayatın anlamı nedir?
d)
Metnin anlamı nedir?
e)
Bunu söylemenin ne anlamı var?
f)
Bu söylediklerin anlamsız değil mi?
g)
Dünya’nın Güneş etrafında dönmesinin anlamı nedir?
Bu
soru cümlelerinden (a) cümlesinde “sözlük anlam”dan, (b)
cümlesinde “niyet”ten, (c) cümlesinde “felsefî-psikolojik bir
anlam”dan, (d) cümlesinde “metinsel anlam”dan, (e) cümlesinde
“söylenen sözün gerekli olup olmadığı”ndan, (f) cümlesinde
“belirgin olmayan bir ileti”den ve (g) cümlesinde “ gözleme
dayalı bir bilgi”den söz edilmektedir. “Anlamın anlamı
nedir?” sorusunun cevabı da burada yatmaktadır. Bir
kelime olarak kendini tanımlayamayacak kadar belirgin olmayan
bir alandır anlam. Ancak yine de belirginleştirilebilecek
yönleri vardır. Bu konuda anlambilimciler oldukça mesafe
kaydetmiştir.
2.
Anlamın Tarihçesi
2.1.
İslam Dünyasında Anlama Bakış
İslam dünyasında dile bakış, Kur’ân’ın doğru
anlaşılması sorunuyla kendini göstermiştir. Yeni bir kültür
ve medeniyetin temellendirilmesi, başka kültürleri tanıma,
bilimlerin doğuşu, dilbilim, mantık ve tercüme çalışmaları,
dilin bir problematik olarak ortaya çıkmasına yol
açmıştır.
Özcan Başkan’ın ifadesine göre “Arapça dil çalışmaları,
Hintlilerin ve özellikle Greklerin etkisinde kalmış
sayılmaktadır. Gerçekten Greklerdeki “tabiat-anlaşma”
tartışması Arap gramercilerde de görülmektedir. X. yüzyıl
gramercilerinden İbni Cinni insan dilinin, karşılıklı anlaşma
ve uyuşma yolu ile yerleştiği fikrini savunmakta ve dilin,
Tanrı’dan “vahiy” yolu ile gelmiş olduğu fikrini
reddetmektedir.” (Başkan, 1967:6)
“İskenderiye ve Bergama okulları arasındaki
“düzenlilik-aykırılık” çatışması aynı şekilde Basra ve
Kûfe okulları arasında da görülmektedir. Basra okulu,
İskenderiye okulu gibi dildeki kurallara önem vermekte,
dildeki düzenliliklere dayanmaktadır. Buna karşılık Kûfe
okulu, Bergama okulu gibi, verilmiş olan dil kuralları
yerine, konuşulan dil üzerinde yapılan gözlemleri ölçü olarak
kabul etmektedir. Bu yüzden Kûfe okulunun çalışmaları
Arapçanın hiç bozulmamış halini konuştukları kabul edilen çöl
bedevilerinin ağzından yapılan derlemelere
dayandırılmıştır.”(Başkan, 1967:6-7)
Kur’ân’ı anlama sürecinin bedevîlere dönük
araştırmalarda elbette etkisi vardı. Kur’ân'ı doğrudan
doğruya anlamlandırmaya çalışmak “te’vil”e yol açacağı
endişesiyle, şehirde başka toplulukların diliyle karışmış
Arapçanın yerine özellikle bedevîlerin dillerine yöneldiler.
Ancak bedevîlere yönelik bu çalışmalar o kadar ileri dereceye
varmıştı ki, bu işin farkına varan bedevîlerden bir kısım,
şehirlere giderek dilini pazarlamaya başlamış, bazı şehirli
araştırmacılar da, bedevîler arasında belli süreler kalıp
topladıkları bilgiyi şehirde satmaya kalkışmışlardı. Bu arada
farklı bedevî topluluklarından derlenen kelimeler, dilde
eşanlamlıların çoğalmasına sebep olmuştur. Çünkü her bedevî
topluluğu aynı À?eye farklı isimler vermektedir.
“Arap dilbilim çalışmalarının dil sorunundaki önemi,
dilbilimcilerin İslâmî ilimlerde uzun süre otorite kalmaları
şeklinde yaygın bir görüşte dile getirildiği gibi,
müslümanların ilmî bir formasyon kazanmalarında ve diğer
ilimlerin gelişmesinde dil çalışmalarının, rehber bir
disiplin olarak iş görmesinden kaynaklanmaktadır. Fakat
zamanla Arap dilbilim çalışmaları, sadece düzgün ifade,
etimoloji yahut kelimelerin biçimi gibi konularla sınırlı
kalmamış; kimi dilbilimciler, dilbilimin, biçimsel düşünme
disiplini olduğu iddiasında bulunmuşlardır. Şüphesiz bunda
kelamcı, tefsirci yahut hadisçilerin aynı zamanda iyi birer
dilbilimci olmalarının büyük payı vardır. Onlar nahivle,
yalnız doğru ve yanlış ifadelerin değil, düşüncelerin de
ayırt edildiğini; dile ilişkin kuralların düşünceyi de
bağladığını savunuyorlardı. Zirâ düşüncenin bir yansımasından
ibaret olan lafızlar ile ifadeler, düşüncede bulunmayan bir
şeyi dile getiremezlerdi. (Türker,
2002/1: 139)
“Teşekkül döneminde oldukça yaygınlaşan sorunlar, gelişme
devrindeki çalışmalara yön vermiş ve olgunlaşma döneminde
ortaya çıkan bir çok eserin konusunu oluşturmuştur. Her iki
dönemin fikir seyri arasındaki bağlantıyı göstermek için
verilebilecek bir çok misalin yanında Gazzâlî’nin
Tehafüte’l-felâsife adlı eserinde, filozofların kendi
aralarında ve İslamî ilimlerle düştükleri ayrılığın
sebeplerinden biri olarak, dil sorununa yer vermesi, son
derece anlamlıdır. Ona göre, filozofların dil sorunu,
onların, âlemin yaratıcısı olan Allah’ı Arap dilinin ve
Kur’ân’ın özelliklerini dikkate almaksızın “cevher”
diye isimlendirmelerinden kaynaklanmaktadır. Sorunu lafız ve
adlandırmayla ilgili olan tarafı yanı sıra etimoloji, söz
dizimi ve anlam arasında belli bir kural bulunduğu gerçeği
nahiv ile lügatin kuruluşuyla birlikte fark edilmişti. Buna
göre bir lafzın, belli kullanım şekilleri vardır; diğer
ifadeyle her lafız, etimolojik yapısı gereği, ancak belirli
bir söz dizisi içinde bulunmağa imkân verir. Bu sınırın
aşılması halinde ortaya çıkan ifade, anlamsız cümledir.
Sözgelişi, her ne kadar İslâm filozofları tarafından kabul
edilmiş olsa da; dilbilimci, fakih ve kelamcılara göre
Arapçada “aklın kendini akletmesi” şeklinde bir ifade,
sözdizim ve etimoloji bakımından Arap dilinin yapısıyla
bağdaşmayan anlamsız bir cümledir. Çünkü etimolojisi gereği
akıl, lambaya benzer; lambanın kendini aydınlatmağa ihtiyacı
olmadığı gibi, aklın da kendini akletmesi söz konusu olamaz.
Bu lafızlarla anlamlı bir cümle kurulacaksa, ancak “aklın,
düşündüğü şeyi akılla düşünmesi” şeklinde dile
getirilebilir.(Türker, 2002/2:141-142)
Bu
noktada Sadık Türker’in Farâbî’ye dair makalesinden hareketle onun
görüşlerini dile getirmek uygun düşecektir.
“Farâbî’nin
anlam teorisi, zihin ile dış dünya ilişkisine dayanmaktadır.
Anlam; kavram, önerme, kıyâs gibi bir çok mantıkî deyim ile
doğruluk ve geçerlilik gibi değerlendirmelerin temelini
oluşturur. Anlamı çeşitli yönleriyle inceleyen filozof, onu,
zihin ile dış dünyadaki varlıklar arasındaki orantılar ile
izâfetler olarak tarif eder.
Ancak bu izâfeler, yani anlamlar zihinde bulunmaktadır.
Anlam, duyu algıları sonucunda zihinde meydana geldiğinden o,
zaman zaman duyu algılarının ideaları, zihnî şekiller ve
mâhiyet diye de isimlendirilir. Böylece iki tür anlam
bulunmaktadır; bunlardan birincisi duyu algıları sonucunda
zihinde meydana gelen varlıklara ait izlerdir. İkincisi de
zihnin bu izler üzerinde yaptığı hayâl, kavrama, yansıma,
birleştirme ve ayırma gibi işlemler sonucunda ortaya çıkan
anlamlardır.” (Türker, 2002/1:154)
Görüldüğü üzere anlam konusu, İslâm dünyasında önemli bir
yere sahiptir. Bu bağlamda özellikle günümüzde “anlam”ın
sadece Batı’da ciddiyetle ele alındığı iddiasına bir cevap da
verilmiş olmaktadır. Çünkü genel olarak Batı’da ve ondan
esinlenerek Türkiye’de böyle bir izlenim yaratılmaktadır.
Biz, madalyonun iki yüzü olduğundan hareketle, her iki yüzünü
de göstermeye çalıştık.
2.2.
Batı Dünyasında Anlama Bakış
Batı’daki
dilbilim çalışmaları tarihî süreç içinde çok değişik
aşamalardan geçmiştir. Özcan Başkan bu aşamaları, 4 döneme
ayırmıştır: 1. Söylenceler dönemi, 2. Klasik diller
dönemi, 3. Dünya dilleri dönemi, 4.Bilimsellik
dönemi. (Başkan, 1988: 79)
İlk dönemde daha çok dinî, efsanevî anlatılar söz konusudur.
İkinci dönemde felsefe odaklı çalışmalara rastlanır. Eski
Yunan’da Doğalcılık-Uzlaşmacılık tartışmaları ön plana çıkar.
Üçüncü dönemde, Grekçe ve Latincenin boyunduruğundan
kurtulmak ve Kutsal Kitap’ın (İncil’in) hemen her
kesim tarafından okunmasını sağlamak amacıyla yerel dillerin
araştırılması girişimleri göze çarpar. İtalyan şairi Dante,
1303’te yazdığı eseriyle İtalyancanın halk arasındaki
canlılığını ortaya koyarak, kuru ve yapmacıklı Klasik
Latinceye olan üstünlüğünü dile getirmiştir. Dördüncü dönem
bugünkü anlamda, bilimsel çalışmaların gerçekleştiği bir
dönemdir. Karşılaştırmalı dilbilim çalışmaları sonucunda,
özellikle Bopp ve Grimm’in incelemeleriyle,
bir Hint-Avrupa dil ailesinin varlığı ortaya çıkmıştır. Grimm
bu diller arasındaki benzerlik ve farklılıkları bir takım
kurallara bağlamıştır.
XX. yüzyılın başlarında Saussure’le başlayan süreç, bilimsel
dönemde önemli bir dönüm noktasını oluşturur. Saussure, dili
bütün diğer bağlamlardan kopararak, onu sistemli bir bilimsel
alan olarak tanımlamış ve çağdaş dil biliminin öncülüğünü
yapmıştır. Saussure'e göre dilin amacı “kendisi içinde ve
kendisi için incelenmesidir.” Dili, dil (langue) ve söz
(parole) olarak iki ayrı kategoriye ayırmış, gösteren,
gösterilen gibi, kelime düzeyindeki incelemeler için yeni
kavramlar ortaya koymuştur. Saussure’den sonra Kopenhag
Okulu, Prag Okulu ve Amerikan Okulu olmak üzere değişik dil
bilimi çevreleri dile dair yeni görüşler öne sürmüşlerdir.
Batı’da
anlam konusunu içeren, bilinen ilk çalışma Platon’un
Kratilos (Cratylos) adlı diyalogudur. Bu diyalogda
konuşanlardan Kratilos, daha önceki filozoflardan
Herakletios’un fikirlerini tutmakta, karşısındaki Hermogenes
ise, Demokritos’un fikirlerini yansıtmaktadır. Kratilos’a
göre insan dilindeki kelimeler, anlamlarını doğuştan
kazanmışlardır. Bu bakımdan kelimeler ile, bunların
gösterdikleri nesneler ve kavramlar arasında doğuştan gelen
bir bağ vardır. Onun için her nesne veya kavramın ancak bir
tane doğru kelimesi olmalıdır. Hermogenes’e göre ise,
kelimelerin ses yapısı ile, gösterdikleri nesne veya
kavramların yapısı arasında ayrılıklar bulunmakta, ve
kelimelerin anlamları, gösterdikleri şeylerle ilgili
olmamaktadır. Kelimeler anlamlarını, insanlar arasındaki
karşılıklı bir anlaşmadan bir uyuşmadan sonra kazanmışlardır.
Bu bakımdan kelimeler ile, gösterdikleri şeyler arasındaki
bağ, insanlar tarafından meydana getirilmiş olan rastlantılı
bir bağdır. Onun için, bir nesne veya kavramın yalnız bir tek
doğru kelimesi yoktur. İnsanlar karşılıklı olarak uyuşup
anlaştıktan sonra herhangi bir kelimeyi kullanabilirler
(Başkan, 1967:10)
John Lyons’a göre Sokrates dönemi Yunan felsefecileri ve daha
sonra Plato, sorunu o günden bu yana ele alınan biçimde
düzenlemişti. Bu felsefeciler için ‘sözcüklerle’ ‘nesneler’
arasındaki ilişki ‘adlandırma’ ilişkisiydi; bunun ardından
‘nesnelere’ verdiğimiz adların doğal mı yoksa saymaca mı
olduğu sorunu ortaya çıktı (Lyons, 1983:361).
Anlam incelemelerinde çağdaş yaklaşımların temeli Michel
Bréal tarafından atılmıştır. Yunanca sêma- (gösterge)
kelimesinden gelen semantik terimini ilk defa o
kullanmış ve yeni bir bilim olarak tanıttığı çalışmalarına bu
adı vermiştir. Daha sonraları Carnap başta olmak üzere Viyana Okulu
çevresi matematiğinkine benzer bir dil formüllerine varmak
için anlam incelemelerine girişir. 1923’te Ogden ve
Richard’ın yayınladıkları The Meaning of Meaning adlı
klâsik kitabıyla anlam konusu kuramsal zeminini bulmuş olur.
1933’te Polonyalı Korzybski, Science and Sanity adlı kitabıyla
bunu takip eder. 1931’te Trier, 1951’te Ullmann Yapısalcı
dilbilim yaklaşımlarına uygun anlam anlayışları yansıtan
eserler kaleme alırlar. Fransız P. Guiraud morfo-semantik
alanları adıyla anlam alanı üzerine eğilir. Greimas ve
Pottier ise anlamı sözlükten kurtaran, onu cümleye bağlı
kılan bir anlam anlayışını benimserler. Chomsky ve onun üretici-dönüşümcü
kuramıyla hareket eden Katz-Fodor temel kategorilere ayrılmış
bir anlam çözümlemesi önerir.